Bu Blogda Ara

30 Aralık 2020 Çarşamba

KELİME OYUNU #5



Kelime oyununun 5.’si olan haftanın kelimelerini 
Bonheur seçmiş. 

Kelimeler: Kedi, film, keman, hasret, ağaç

    Yıllar sonra tozlanmış raflarının arasından bakan keman’ına elleri gidiyordu ama yok. O cesareti kendinde henüz bulamıyordu Antonya. Her odadan geçtiğinde, sanki varmış gibi gözleriyle Antonya’ya bakıp onu utandırmaya çalışıyor gibiydi. Antonya’da oralı değilmiş gibi, yandan bakarak kontrol edip korkularıyla birlikte odadan kaçıyordu. Aslında bu onun için rutin olmuştu. Kaçmak. Antonya’ya göre kaçmanın anlamı dünyanın en ağır yüküydü. Bu öyle bir yükki, omuzları artık hep çökük geziyordu. Ah Antonya seni anlayan insanların varlığına o kadar ihtiyacın var ki, ellerim uzanamıyor sana. Seni bu halde görmek beni kahrediyor. Antonya’nın yanında sadece kedisi var. Milyonların tanıdığı, aşık olduğu, hayran duyulan adamın artık yanında sadece kedisi var. Kediyi de görseniz, kendini sevdirmez ama asla da Antonya’yı terketmez. 

    Antonya şehirden uzak bir kasabada müstakil bir evde yaşıyor. Evin yakınlarında orman var. Her sabah 06.00’da kalkar elini yüzünü yıkar ve kendini ormana atardı. Bunu genelde sonbaharda yapardı. Ağaçların yaprak dökmesini kendine benzetirdi. Ne acı, ağaçlar bir bütünken, Antonya yapayalnızdı. Yapayalnız olmak sorun değil de, milyonların sevgisini paylaşamayan biri olup yalnız kalmak onu derinden etkiliyordu. Sığındığı tek şey kedisi ve ormanda aldığı nefesleriydi. Hayatında sadece iç sesiyle konuşabiliyordu. Sesi nasıldı kendi bile hatırlamıyordu. Günler birbirinin aynısı devam ediyordu. Ta ki o güne kadar... Antonya keman ustasıydı, keman denilince akıllara ilk Antonya gelirdi. Genç kızların hayallerini süsleyecek kadar yakışıklı, zeki biriydi. Yalnız ölmek Antonya’ya hiç yakışmazdı. Ama oldu. Antonya kalp krizinden ölmüş diye geçti ama literatürde kederden ölmüş diye geçmez. Şimdiyse hasret ile anılıyor. Öldükten sonra önemi tekrardan hatırlanmıştı. Tıpkı bir şairin öldükten sonra şair ilan edilmesi gibi. Boş ve anlamsız. Tüccarlar, duygu sömürerek yapacakları işi biliyordu. Hemen Antonya’nın hayat öyküsünü film yapma derdine düştüler. Yaa, genç Antonya! Hiç düşünür müydün böyle bir ölüm ile sonu! Hayatın güzel olup olmadığını bittiğinde anlarsın özetini bıraktın bana. Umarım şimdi yalnız değilsindir. Güle güle Antonya! 


29 Aralık 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #71




   Merhaba, bu haftanın ağaç ev sohbet konusunu, 
kaplandiary seçmiş.

   Konu: Görece bir kavram olan mutluluğun TDK sözlüğündeki karşılığı, “bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan saadet” olarak açıklanmakta. Peki sizin için mutluluk nedir? Mutluluk sürekli olarak elinizde tutabileceğiniz bir şey mi?

    Bazı kelimelerin anlamlarından ziyade hissettirdiklerinin hiçbir dilde açıklaması yoktur kendi kanaatimce. Mesela mutluluk nedir diye düşünmeye başlayınca, hemen yaşadığım mutluluklar geldi aklıma. Onları buraya döksem yine bile anlatamam sanırım. Hatta nedense mutluluk deyince hep hayalgücümdeki gözümle kalbimin yanında bembeyaz bir bulut yerleşiveriyor. Mutluluk aslında evet tam da bulut gibidir. Kimi zaman, güneşe bırakır sahnesini, kimi zaman öfkeli bir dev gibidir şimşek çakar, kimi zaman yaramaz bir çocuk gibi ağlar! Olumsuz bi’şeyin olumlu mu olumsuz mu olduğunu anlamak için olumlu halini görmemiz gerekir sonuçta, değil mi? 


     Mutluluk, önemsenmektir. Evet sanırım böyle bende ki yeri. Mutlu olduğum anların altında çoğunlukla önemsenmek yatıyor. 


   Yayınladıktan sonra camdan dışarı bakıyordum o kadar güzel görünüyordu ki bulutlar, aynı kalbimin yanındaki bulut gibi hemen paylaşmak istedim sizinle de🌸



      


26 Aralık 2020 Cumartesi

PALYAÇO SÖYLEDİ BEN YAZDIM 2



 

Tam uykuya dalacakken “rezil olduğum anlar” vtr’si dönüyor, dönüyor bi’yerden komikte geliyor ama işin içinde kendim olduğu aklıma geldikçe garip bir telaş sarıyor beni. Hayır yani hangi akla hizmet, neden, nasıl öyle yaptım, dedim neyse iç muhasebemi dışa vurmamak için geldim zaten. Konu konuyu açar elbet diyerekten... Özlemenin lütuf olduğunu düşünüyorum şu sıralar. Önceleri üzücü bi’şeymiş gibi düşünüyordum. Şöyle baktım da, özlemeyi istememek, aklına geldiğinde tadını kaçıran bir hayattansa sonuna kadar özlem dolu yaşamak bana ümitli bi’işmiş gibi geliyor. İlla özlediğin bi’şeyler vardır senin de. Düşünsene, özlemek yerine kaçmak istediğini, hafızalardan silinmesini istediğini. Artık özlem duyduğumda üzülmeyi değil de heyecanlamayı öğrettim kendime. Peki ya, şarkılarla yaşadığın dönemi pekiştirmek nasıl bi’şeydir ya? “Aa bu şarkı Zonguldak işte!” “Sesi açsana, sene 2009 şu an bir saniye...” bu konuda tek olmadığıma o kadar eminim ki bütün hafızamı bunlarla dolduruyor olmaktan da pişman değilim ya neden olayım ki? Bir bakıyorum oturduğum yerden 8 yıl öncesine gidiyorum, böyle bi’hizmet var mı? Misler gibi işte. Özlemek lütuftur. Lütuftur özlemek. Ekmek banarım, bu cümleye. Umarım üzüleceğimiz değil de, özleyebileceğimiz bugünler yaşarız. (Tabii yaşanması mümkün değilse, ikinci ihtimaller. Fazla mı garanticiyim? Bunu da düşüneyim bir ara.)

23 Aralık 2020 Çarşamba

KELİME OYUNU 4



Öncelikle ilk defa katıldığım ve dördüncüsü olan kelime oyununa bir şeyler yazacağımdan, biraz heyecanlıyım umarım bu heyecanı güzel yönlendirebilirim. Bu haftanın kelimelerini
 https://benhnf.blogspot.com/?m=1 vermiş. 

Kelimeler: YEŞİL-ŞİİR-BAHARAT-YOL-SABAH


      Her yeni başlangıçlar için Pazartesi gününü bekleriz, sabah olsun başlarım diye bir tür motivasyon ve erteleme işine girişiriz. Tabii ki de sabah kelimesi ile başlamayacaktım ama işte bilirsiniz ki bazı alışkanlıklar bizi bırakmamakta ısrarcı. Gözümü kapattım elime rast gele bir kitap aldım. Denk gelişe bir sayfayı açtım. Bir anda 1950’li yıllara gittim. İstanbul’un hanımefendileri, beyefendileri arasına onların farkedemeyeceği şekilde yerimi aldım. Ben şaşkınlıkla gezinirken onlar normal yaşantısına devam ediyor. Zannederken karşı yol’a geçmek için adım atmamla birlikte bisiklet çarpacaktı. Bisikleti de pek janti, uzaktan 50 kişiye baktırsan hepsi o yeşil bisikleti gözüyle süzer, öyle göz alıcıydı. Önündeki sepetinden gelen taze çekilmiş baharatların kokusunu yaklaşık 70 yıl sonrasında bile alabildim. Tokken bile acıktırır o kadar nefis ki. Bana çarpacak olan bisiklete bi’ şiir yazmadığım kaldı ama ne yapayım, görsen sen de gözlerini alamazdın, koklamaktan geri kalamazdın. Öyle güzel ki kitaplar 70 yıl önceki taze olan kokuyu hissettirebiliyor. Bisikletli genç çocuğa el salladım fötr şapkasını kaldırdı tebessümünü de eksik etmedi. Canım çocuk! Ne şanslısın keşke yer değiştirebilsek. Kitabı kapatıp günümüze döndüm, bazen diyorum ki keşke daha uzun süre dahil olabilseydik. Güle güle janti yeşil bisikletli, fötr şapkalı çocuk! 


AĞAÇ EV SOHBETLERİ 70

            AĞAÇ EV SOHBETLERİ 70



Kelime oyununu beklerken dayanamayıp ağaç ev sohbetine katılayım dedim. Güzel şeylerle meşgale olunca şahane heyecan veriyor insana.

Ağaç ev sohbet konusu: “Konu ne olursa olsun, kişi veya nesnelere ikinci şans verilmeli mi?” 

Nedense iç sesim birden “kaç iki?’ dedi. Kin tutmayı uzun süre aklımda tutacak kadar hamal değilim genelde 2,3,4,5 şans ise gönlüm el verdiğince açıktır. Aslında şöyle bir baktım da neden yani? Neden bu kadar şans vermeye gönüllüyüm? Zaten belli! İkinci şans aslında nedir? İkinci şans kendini ikna etmek istediğin için verilen bir umuttur. “Ya o öyle biri değildi, bu nesne böyle yapmazdı, mutlaka kafası karıştı(?), yanıldı, şaşırdı ve sonucunda beni üzdü, olumsuzlukları dayattı. Hayır arkadaşlarım, kardeşlerim maalesef hayır. Elbet kimse bir değil ama bazı kelimelerin anlamları aynıdır. Sevgi mesela. Sevdiğinin ayağına taş değsin ister miydin? Bile bile üzer miydin? Ruhsal bir problemi yoksa böyle  bir şey istemez. Asla da kısıtlamaktan/ kısıtlamaktan yana değilim. Canın istiyorsa 2,3,4 kere şans ver. Belki 8.’de anlarsın belki 2.’de. Sonuç asla değişmez, kendini ikna edersin “verdiğin önem, değer senden kaynaklı karşındakinden değil” Yaşayarak öğrenmek, düşe kalka gerçeklere yürümek çok güzel.

20 Aralık 2020 Pazar

PALYAÇO SÖYLEDİ BEN YAZDIM





Selam dostum, 

Yaşını, konumunu, kimliğini, yetkilerini, yapamadıklarını, olamadıklarını bir kenara bırakıp mutlak sen ile konuşmaya ihtiyacım var. Çünkü ancak o zaman herkes, herkesle aynı noktada buluşabiliyor. 70 yaşındaki bir insandan muhteşem hayat dersleri alabilirsin, 5 yaşındaki bir çocukta unuttuğun duyguları hatırlarsın. Neden hep kalıplarımız var? Oysa ne kadar da ortak yollardan geçiyoruz. Unuttuğumuz ne çok şey var, şu an hatırlamadığımız bilmem ne üzüntünün yıldönümü geçiyor, gidiyor. Nasıl da çıkmaz sokakta hissettirmişti değil mi? Asla bir daha gülemeyeceğine bile inandırmıştın kendini. Hatta ilk güldüğünde aklına geliyordu yüreğin burkuluyordu. Evet evet bu hep böyle devam edecek diye inandırdığın acının bilmem kaçıncı yıldönümü bugün oysa. Nasıl da aştın ama nasıl üstesinden geldin. Seninle gurur duyuyorum. Tanıyor olmam farketmez ki dedim ya, hepimiz aynı yollardan geçiyoruz, sadece parmak izlerimiz ve sahnelerimiz farklı. Ne kadar çok yansımamız var. O yalnız sandığın yolda ışık yansa farkedeceksin ne kadar kalabalık arasındasın. Hayat seçeneklerden ibarettir, yolları çok, yokuşları diktir. Ve hiç şaşmaz, o dik yokuşun ardından sonra arkana bakmak bile aklından geçmez o karanlık yol, sarfettiğin efor tamamen bir rüya olarak kalır ve geçer. Sana bi’ sır vermek istiyorum; yapılan araştırmalar gösteriyor ki, duygusal acılar yaklaşık 10 ile 20 dakika arası sürer. Bu acıyı uzunca bir süre yaşatan ise yaşanan durumu sürekli düşünmek. Düşünmek acıyı arttırır. Umarım elimdeki kibriti yakarak sana kendimi gösterebildim. Yalnız değilsin, dostum. 

16 Aralık 2020 Çarşamba

Stefan Zweig



 
 STEFAN ZWEIG




Stefan Zweig’in kitaplarını çok severek okuyorum. Duyguyu okuyucuya rahatlıkla aktarabiliyor. Kısa olsa da insanı bir süre kendi hayatından alıp başka hayatlara doğru götürebiliyor... Artık kitaplardan ziyade yazarlarıyla ilgilendiğimi farkettim. Onları böylesi farklı duyguları yaşatan bir bağlam var mı? Nasıl bir hayatları vardı? Peki ya karakterleri? Yaşadıkları dönemsel olaylar? Kitap okurken yazarlarına dostum diyorum hayatlarını bana açıyorlar en çok bu özelliklerini seviyorum. Dostum Stefan Zweig’in nasıl bir hayatı vardı? Kaç yaşında öldü? Yaşamı kitapları gibi miydi? 

28 Kasım 1881 yılında doğmuş. İlk tepkim tabii ki “aa Atatürk’le yaşıtmış! Ne şanslı.” demek oldu. İyice ilgimi çekti. Avusturya da dünyaya gelmiş. Ailesi oğlunu kültür seviyesi yüksek bir çocuk olarak yetiştirmek istemişler. Edebiyat ve yabancı dillere ağırlıklı bir eğitim görmüş. Lise yıllarında şiirle ilgilenmiş. Alman şair Rainer Maria Rilke’den çok etkilenmiş onu ve eserlerini neredeyse hayatının merkezine oturtmuş. Burada biraz ara verelim ben de merak ettim ilgisini çeken şiirleri ve Rainer Maria Rilkenin birkaç eserini okudum. Sizinle de bir tane paylaşmak isterim: 



“Yapraklar düşmeden bilinmez nerden,
Gökkubbede uzak bahçeler bozulmuş sanki
Yapraklar düşmede gönülsüz
Ve geceler ağır dünyamız kopmuş gibi yıldızlardan
Kaymada yalnızlığa
Hepimi düşmedeyiz, şu gördüğüm el düşüyor
Nereye baksan hep o düşüş
Ama biri var ki bu düşenleri tutuyor yumuşak ve sonsuz.”

İnsan bence okuduğu şeydir. Biraz okuduğuna aittir. Bir parça kendinden bulmaktadır. Sevdiği şair’den kendine ait olduğu bulgular olduğunu varsayarak devam ediyorum. Viyana ve Berlin üniversitelerinde felsefe eğitimi almış ve ardından uzun yolculuklara çıkmış. Öğrendiği dilleri ise çeviriler için kullanmış. Seylan, Gwalior, Kalküta, Yangon, Varanasi, Kuzey Hindistan, Panama, New York, Küba, Porta, Kanada, 
Riko, Belçika...

1914’te 1. dünya savaşı başlamıştı Zweig Belçika’dan Viyana’ya dönüp orduya katılmıştır. Savaş arşivinde memur olarak görev almıştır. Savaş başladığında savaşı destekliyordu ancak Galiçya’daki cephede acılara şahit olduktan sonra savaşı desteklememeye başlamıştır. “Mecburiyet” kitabını neden ve nasıl hangi duygularla yazmış olduğunu da anladım hayatından bu kesiti okuyunca. 

 Savaşın ardından, Zweig Avusturya’ya yerleşmiş. Orada Frederike Von Winternit ile tanışmış. Winternit 2 çocuklu bir kadınmış Zweig ile hayatlarını birleştirmişler fakat evlilikleri 1937’de bitiyor. 




 Ülkeye “Nasyonel Sosyalizm”  egemen olmaya başlamış Hitler öncülüğünde Yahudi asıllı Zweig kara listeye alınmış. Naziler, ideolojilerine uymayan kitapları törenlerle meydanda yakıyorlarmış. Aynı şekilde Zweig’in birkaç kitabı da dahilmiş. 1934’te Gestapo, Zweig’in villasına baskın yapmış ve bunun üzerine Zweig ülkesini terkedip Londra’ya yerleşmek zorunda kalmış. 1937’de karısından boşandıktan bir yıl sonra sekreteri Lotte Altmann ile Portekize gitmişler.  Altmann’da Yahudi asıllıymış. 1939 yılında Lotte Alttman ile evlenmişler. İkinci eşinden etkilenerek “Sabırsız Yürek” eserini oluşturmuş.




 Bir süre sonra Zweig’in kitapları yakılmış, sevdiği herkes ondan çok uzağa sürüklenmiş, ülkesinden koparılmak canını çok yakıyormuş. Umutsuzluk hissiyatını taşıyormuş. Londra vatandaşlığını da alamamış üstelik pasaportuna yabancı düşman damgası yemiş. O psikolojinin üzerine tuz biber olmuş gerçekten... 

 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edilmiş. Daha sonrasında karısıyla Brezilya’ya gitmişler. Bir süre her şey iyiymiş gibi gitse de içten içe durumlar farklıymış. Tam bu dönemlerde “Satranç” kitabını yazmış. Okuyanlar bilir mutlaka, nasıl bir hapis nasıl bir psikolojiyi tanımladığını. Mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Karısıyla birlikte etrafında olan bitenlere, haberlere, her şeye kulaklarını tıkamışlar... Zweig Nazilerin zulmü karşısında ölmeyi çare olarak görüyormuş... 14 Şubat 1942’de karısıyla Rio Karnavalını izlemeye gitmişler hallice biraz mutlularken Nazilerin gazetelere attığı manşeti görmüşler... Naziler Suveyş kanalına doğru yönelmişler, Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar hemen evlerine dönmüşler. 22 Şubat tarihinde ilaç içerek eşiyle birlikte intihar etmişler malesef... Keşke dostum Stefan Zweig’i ve sevgili eşini çekip kurtarabilseydim ölüm düşüncesinden. Nasıl bir bağ kurduysam, beni derinden etkiledi intiharı. Dostum Stefan Zweig umarım sana dostum diyorum diye kızmazsın bana. İyi ki dünyadan geçmişsin, iyi ki eserlerini arkada bırakmışsın. Ben de seninle aynı fikirdeyim, savaşlar iyilik getirmez.  

Ve veda mektubu: 




"Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve çalışmalarıma böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya'ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim. Benim lisanımın konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa'nın kendi kendisini yok etmesinden sonra hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu. Ama hayata 60 yaşından sonra yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı”


Stefan Zweig dostum... umarım seçiminden dolayı şimdi çok mutlusundur.